Herkes kendi vebalini tasir (mi)?

Hüseyin K. Ece

Insanin yaptiklari günün birinde karsisina gelir. Ister kötü bir sey olsun; ister iyi bir sey. Örnek mi istersiniz; kendi hayatiniza bakin. Çevrenizdeki insanlara bakin. Mutlaka bol bol örnekler bulursunuz.

Tanidigin bir arkadasin huzurlu bir hayat yasiyor. Bunalimda degil, hayatindan memnun, kazanci bereketli. Üstelik düsmani da yok. Karsilastigi kimselere selam veriyor. Onlar da onun selâmini memnuniyetle karsiliyorlar. Mukabele ediyorlar. Onunla karsilasmaktan yüz çevirmiyorlar. Az-çok eli açik. Sofrasinda ekmek bulunur. Ekmegi yenilir, çayi içilir. Musalla tasina konuldugu zaman da ‘nasil bilirsiniz’ sorusuna formalite icabi ‘iyi biliriz’ denilenlerden degil. Gerçekten hakkinda iyi sahitlik yapilacak olanlardan biri.

Baska bir tanidiginiz. Basi dertten kurtulmuyor. Hayatindan memnun degil. Herkesten ve seyden sikâyetci. Çok çalisiyor, çok kazaniyor. Ama kazanci yetmiyor. ‘Yok, yok’ demekten de dili yorulmuyor. Kendisinden bir sey istenir diye insanlardan kaçiyor, ya da verecek kadar çok seye sahip olmadigini pesinen ima ediyor. Birine bir bardak çay içirmekten de memnun oldugu söylenemez. Bir korku içinde, gelecege güvenle bakamiyor. Rahat degil. Bunalimda, sIkIntida, stresde.

Belki bunlar uç örnekler. Toplumda herkesin böyle oldugu elbette söylenemez. Biz bu iki uç örnege bakarak, basimiza gelenler hakkinda bir fikir edinebiliriz.

Aslinda her iki insan grubu da yaptiklarinin karsiligini görüyorlar. Herkes kendi kazancini tüketiyor. Herkes seçtigi ile basbasa. Herkes kavusmayi arzu ettigi hedefe ulasiyor. Mevlâya ulasmak isteyen arzusuna kavusuyor, belâya ugramak isteyen de istedigi belâyi buluyor. Hayat böyle degil mi? Herkes kendine göre bir hedefin, bir amacin, bir kazancin pesinde... Ya iyi ya kötü, Ya mutlu edici, ya da berbat edici.

Kur’an, Hz. Âdem’le esinin Cennetten dünyaya gönderilirken Rabbimizin onlara vahyettigi bir gerçegi haber veriyor:

“...Bununla birlikte, muhakkak ki, size Benden dogru yol bilgisi (hidâyet) gelecektir: Kim ki benim hidayetimi izlerse sapmayacak ve bedbaht (sâki) olmayacaktir. Ama kim ki Benim zikrimi unutursa, onun dar bir hayat alani (zor bir geçimi) olacaktir...” (24 tâhâ/123-124)

Ilginçtir âyette bedbahtlik olarak tercüme edilen ‘sekâvet’ kelimesi, kisinin kendi eliyle kendi mutsuzlugunu kazanmasi manasina gelmektedir. ‘Sâki’ de, kendi eliyle bedbaht olan, kötü tercihi sebebiyle kötü sonuç kazanan, isledigi suç yüzünden mutsuz ve kötü olan demektir. (Sâki kelimesinin çogulunun ‘eskiya’ oldugunu hatirlayalim.)

Kisi zorluga, mutsuzluga düsüyor, bedbaht oluyor; ama bu disaridan bir sebeple veya üçüncü bir kisi eliyle degil, kendi yaptiklari yanlislar yüzünden. Öyle ki rahat hayatini huzursuzluga çeviriyor, iyi halini kötü bir duruma döndürüyor, güzellikler içinde yasama imkani varken, çirkinlikleri tercih ediyor. Saadet yerini sekâvete birakiyor. Ama hep insanin kendi yaptiklari sebebiyle.

Mesela, kisi suç isliyor, ceza aliyor, hapse giriyor. Hem hürriyeti kisitlaniyor, hayat planlari altüst oluyor, belki aile hayati mahvoluyor, hem de damga yiyor. Öyle bir damga ki hayat boyu silmek, ortadan kaldirmak, izini yok etmek çok zor.

Kisi veya toplum baskasina zulmediyor, haksizlikta bulunuyor, eliyle veya diliyle zarar veriyor. Bunun sonucu da farkli sekillerde haksizlik yapanin/yapanlarin karsisina geliyor. Hiç bir mazlumun (haksizliga ugrayanin) âhi yerde kalmiyor. ‘Ben güçlüyüm, yaptigim dogrudur, ya da yaptiklarima var mi karsi çikan?’ diyenlerin nasil devrildiklerine, nasil hâk ile yeksân olduklarina, nasil belâlara ugradiklarina tarih sahittir.

Ilâhî adaletin tatile çiktigini düsünen mi var?
Bu sonucu kazanan kisinin ya da toplumun bizzat kendisidir.
Iste kisi kendi yaptiklari sebebiyle kötü bir sonuç kazaniyor. Iyi olmasi, mutlulugu kazanmasi, serefli bir nâm elde etmesi, mazbut ve düzenli bir hayat yasamasi mümkünken, kendi çabasiyla kötü bir sonuç kazaniyor.

Yine insan hem dünyada hem ahirette cennet (gibi bir hayat)i kazanmasi imkan dahilinde iken, ya da buna görevli iken, yanlis tercih yapiyor, nefsinin hevâsina veya iblise kaniyor ve bedbahtligi kazaniyor.

Kur’an sekâvet kelimesine harika bir mana yükleyerek insanin tercihlerindeki sonucu ortaya koyuyor.
Kisaca, Nasreddin Hoca misali, kim hayat yolunda neyi begeniyorsa, basina geçirilen torbada onu buluyor. Kader ona bir seyi dayatmiyor. Kendi tercihine ragmen, baska bir sey onu arayip bulmuyor.

Insan kendi eliyle kazaniyor, kendi eliyle kazandigi ile mutlu ve bedbaht oluyor. Kendi eliyle kazandiginin hesabini verecek.
Kisi neye ulasmak ister ve ne için çaba gösterirse ona ulasmasi mümkündür. Insan hangi yola çikarsa o yol onu hedef aldigi menzile götürecektir.

Kur’an bu gerçege baska bir formda söyle isaret etmektedir:
“Sizin basiniza gelenler kendi ellerinizle kazandiklariniz sebebiyledir...” (42 Sûra/30)

“Kim iyi bir is yaparsa faydasi kendinedir ve kim kötülük yaparsa zarari kendinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (45 Câsiye/15)

Toplumlar da böyledir. Aynen sahislar gibi, toplumlar da kendi tercihlerinin sonucuna kavusuyorlar. Iyi isler yapanlar iyi sonuçlara, kötü isler yapanlar da kötü sonuçlara kavusuyor.
Tabii isin bir de baskalariyla ilgili boyutu var.
Kimse kimseyi suçlamasin, kimse olanlar için baska suçlu aramasin diyecegim ama, kisinin yaptigi baskasini da ilgilendiriyor. Ya da baskalarinin yaramazliklari/eskiyaliklari gelip sana, bana, ötekilere de dokunuyor.

Insanlarin hakkina tecavüz edenler oldugu gibi, baskalarinin kurdugu düzenlerin suçsuz kurbanlari da oluyor. Insan öyle bir ortamda dünyaya geliyor ki, ya da öyle bir egitim aliyor ki, çirkin isleri güzel/normal bir sey olarak ögreniyor. Islâmin günah ve çirkin dedigi pek çok seyi, hatta zulmü ve haksizligi kendi tabii hakki olarak ögreniyor.

Bazi insanlarin basina gelen belâ ve musibetler, karsilastiklari sIkIntI ve huzursuzluklar, ya da genel felâketler biraz da onlara bu ortami saglayanlarin, onlara bu egitimi verenlerin yüzündendir.

Eger magdur olanlar, haksizliga ugrayanlar, baskalarinin yaramazliklari sebebiyle mutsuz olanlar, bütün bunlari sineye çeker de, ‘eh ne yapalim kaderimiz’ derler ve bir sey yapmazlarsa, elbette böyleleri mutsuzlugu hak etmislerdir. Böylelerinin sikayetleri ciddi degildir.

Ama zulme ve haksizliga gücü yettigi kadar karsi koyanlar, basarili olmasalar bile, kendilerince görevlerini yapmislar, saadeti haksizliga karsi çikmakta bulmuslar ve seref sahibi olmuslardir.
Ne yazik ki bazen sartlar öyle berbat olur ki, zalimin kilici keskin olur. Atesinin alevi yüksek olur pek çok seyi yakar kül eder. Bir kötünün yedi mahalleye zarar vermesi gibi, yedi degil yetmis topluma zarar verir.

Sâkiler (eskiya) o kadar azar ve kuvvetli olur ki, mazlumun, magdurun, zayifin sesi ve gücü onlari alt etmeye yetmez. Zalimler isbirligi yaparlar, haksizliga ugrayanlar ise çaresiz olabilirler. Ama sonuçta zarar edecek olanlar, yanlis tercih yapanlardir. Sonunda sâki olanlar kaybedecekler, asil mutsuzlugu onlar tadacaklar.

Onlar da kendi vebâllerini tasiyacaklar.

Heyhat, günümüz dünyasinda ‘sâki’lerin sesi gür, etki alani genis, cinayetleri fazla, ürettikleri mutsuzluklarin haddi hesabi yok. Kendileri bedbaht olduklari gibi, çevrelerinin de bedbaht yapmanin çabasi içindeler.

Maalesef, günümüz dünyasi bu çagdas eskiyalarin etkisi altinda. Hem de her alanda. Hayatin her safhasinda.

Ve biz bu bedbaht adamlarin ürettigi kötülükleri, ahlâksizliklari, zulüm ve haksizliklari, lâl ve ebkem olarak (insanlik bu kadar düstü mü hayretiyle) seyrediyoruz. Ya da bir sekilde tadiyoruz, yasiyoruz. Bu berbat adamlarin sebep olduklari magduriyetlere yanip yakiliyoruz.

Bu noktada elleri açip haykirmak gerekmez mi:

“YA RABBI, BENI, AILEMI VE BÜTÜN IYI INSANLARI BU SEKÂVETTEN ve BU ÇAGDAS ESKIYALARIN SERRINDEN KORU...!”


e-mail