Faruk Eşlik


Baharı özleyen topraklar (Deprem) 06.03.2023

 

 

Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair” şiiri düşüverdi dilime bir gece vakti mahşere doğru koşarken. Ayrım yapmamıştı güzel insan Erdem Bayazıt ülkemi anlatırken;

Bir de baharlar bilirim
Apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği bilemeyeceği
Anadolu bozkırlarında
İstanbul’dan çıkıp Diyarbekir’e doğru
Tekerleri yamalı asfaltları bir ağustos susuzluğu ile içen
Cesur otobüs pencerelerinden
Bilinçsiz bir baş kayması ile görülen
Evrensel kadınların iki büklüm çapa yaptıkları tarla kenarlarında
Çıplak ayakları yumuşak topraklara batmış ırgat çocuklarının
Bir ellerinde bayat bir ekmeği kemirirken
Diğer ellerinde sarkan yemyeşil bir soğanla gelen.

mısralarında dahi kesif bir özlem ve aşk hâkimdi.

Maraş’tan çıkmıştı “Yedi Güzel Adam” ve tüm ülkeye yayılmıştı sevdaları, davaları.

Bir Maraş vardı; baharı bekleyen yürekleri hem şairleriyle hem de dondurmasıyla ferahlatan, aynı zamanda Sütçü İmamları yetiştiren, bağrında İstiklal Madalyası taşıyan Kahramanmaraş vardı. Nemrut Dağı’nın eteğinde bir Adıyaman vardı. Depremi ilk duyduğumda aradığım “Gülü İncitme Gönül” diyen kıymetli şair Bestami Yazgan ve nicelerini yetiştirmiş Osmaniye vardı. Bakırlarıyla, yemekleriyle gönüllerde taht kurmuş Gaziantep vardı. Medeniyetler beşiği Hatay’ımız vardı. Muhacirlere kucak açan cömert Kilis’imiz, “yeşil yurduyla”, kayısısıyla Malatya’mız, Selahattin Eyyubi eliyle tertemiz yıkanan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya gülsuyu gönderen Diyarbekir’imiz, tarihin başlangıcı Şanlıurfa’mız, dostlarıyla Adana’mız vardı.


O gün;

 

Viran oldu binalar, ağaçlar ve yürekler.

Viran oldu hayaller, planlar ve sevdalar.

Viran oldu makamlar, mevkiler ve hırslar.

Viran oldu dünyalık ne varsa hepsi.


Turab oldu Ali’nin yüreğindeki ateş.

Turab oldu kitaplar, defterler.

Turab oldu şehirlerin, köylerin insicamı.

Turab oldu çocukların oyuncak arabaları, bebekleri.”

Kendisi dışındakilerden gelen her şeye karşı sessiz ve itirazsız kabul eden toprak o gün bağrına bastığı her şeyi iade ediyordu. Gübre dökersen gül veren, su dökersen meyve veren toprak o gün vermedi, veremedi. Oysaki baharı bekliyordu ağaçlar, insanlar.

“Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı, içindekileri dışarıya çıkarıp attığı ve insan, "Ona ne oluyor?" dediği zaman”ı (Zilzal (deprem) Suresi 1-3) mı yaşıyordu âlem? Enkaz altından çıkarılanlar yanındakilere, “Dünya yerinde duruyor mu?” sorusunu sormaları, bu ayetlere matuf bir davranış mıydı? İzahtan vareste bir durum muydu olan her şey?


Oradaydık

 

Devletin tüm imkânları seferber edilmişti. Sivil Toplum Kuruluşları da mahşer provasının ilk saatlerinde yerini almıştı meydanda. Öyle ki; yollarda aşırı trafik olmasına rağmen arama kurtarma ekipleri ve malzemeler için askeri uçaklar tahsis edilmişti. Biz de içi ekipman, çadır ve ekip dolu bir askeri uçakla depremden sonraki gece İzmir’den hareket edip Adana’daki İncirlik Üssü’ne varmıştık. Dakikalar, saniyeler dahi çok kıymetliydi. Bölgede tam anlamıyla can pazarı yaşanıyordu.

Bölgeye gidenler de şaşkındı. “Asrın felaketi” sözüne matuf bir ortamda herkes bir can kurtarmanın gayretindeydi.

İlk durağımız sabaha karşı ulaştığımız İskenderun olmuştu. Bölgede navigasyonun yönlendirdiği sokakların çoğu, yıkılan binalar ya da göçen yollar nedeniyle kapalıydı. Ulaştığımız sokakta 36 bina yıkılmıştı. İzmir depreminde yaklaşık 17 binanın yıkıldığını düşündüğümüzde afetin büyüklüğünü tahayyül etmekte zorlanıyorduk.

İlk 72 saatin öneminin farkındaydı herkes. Kimsenin yeme, içme, barınma ya da konfor derdi yoktu. Haberler geliyordu, bazen de tezviratlar. Depremden etkilenen tüm alanlarda durum vahimdi. Belki de hayatımızda görebileceğimiz en büyük afet ile karşı karşıya idik.

Yıkılan apartmanların ön cephesinden yola sıçrayan koltuk takımları bekleme alanı, mobilyalar ise ısınmak için yakılan ateşe odun olmuştu. Enkaz altından gelen seslerin hepsine aynı anda yetişememenin telaşı ve kaygısı, fedakârca aç-susuz çalışan arama-kurtarma ekiplerinin yüzlerinden okunuyordu. Koşuşturmanın gecesi-gündüzü yoktu.

Yıkıntıların altından çıkan fotoğraf albümleri bir kenara konuluyor, oyuncaklar sahiplerinin enkazın altından çıkmasını bekliyordu. Bazı binalardan üniversite ya da lise hayaliyle dolu test kitapları, bazılarından romanlar, çocuk kitapları, bazılarında da Kur’an-ı Kerimler, hadis kitapları ve ilmihaller çıkıyordu. Sağ kalanların duaları, ümmet coğrafyasının dualarıyla birleşip Arş-ı Âlâ’ya yükseliyordu.

Anne-babasının vefatını üzülmeye fırsat bulamadan eşinin-evladının cansız bedenini çıkaranlar ile bir ümitle yıkılan binaların arasında koşuşturan anne-babaların haykırışları yankılanıyordu yıkılan şehrin sokaklarında. Ateşin başında dönerek ısınmaya çalışırken zeminin devamlı sallanışını hissediyorduk. Bedenen Hatay ve ilçelerinde olsak da gönlümüz ve kulağımız afet yaşanan diğer illerdeydi.

Lojistik ve insani yardım organizasyonu için İskenderun’dan Adana’ya, otostop yoluyla geçtik. Adana da depremden etkilendiği halde diğer illere nazaran adı, yardım alan değil yardım eden konumunda geçiyordu. Depremin üçüncü gününe girerken yapılan görüşmeler ve hazırlıklar sonrasında Kırıkhan/Hatay’a doğru hareket ettik. Yolda giderken gerçekleşen sarsıntı neticesinde tekrar yıkılan binalara şahit olduk. 30 dakikalık yolu 4 saatte gidebildik. Tüm yollar ülkemin dört bir yanından akın akın gelen tırlar ile doluydu. Devletiyle-milletiyle tam bir seferberlik hali yaşanıyor ve hissediliyordu.

Kırıkhan’a ulaşıp baktığımızda yerle bir olmuş bir şehir ve canla-başla çalışan arama-kurtarma ekipleriyle karşılaştık. Yıkılan, sadece şehirdeki binalar değildi. Köylerdeki evlerin çoğu da aynı durumdaydı. Şehirde elektrik, su ve petrol üç gündür yokmuş. Akın akın destek ve yardımlar geliyordu. Meydanda eşiyle birlikte şalgam suyu satan birisini görünce şaşırıp sorduğumuzda Anadolu irfanı ile karşılaştık. Evi depremden sağlam çıkmış, tüm komşuları onun evinde kalıyormuş. “Üç gündür evimizde 20-25 kişi kalıyoruz. Bugün işe çıktım. Kazandığım parayla eşim malzeme alıp eve gidiyor ve misafirlerimize yemek yapıyor.” diye başlayıp hikâyesini anlatıyordu.

Enkaz altından sağ çıkan bir abla ise hastanede bir bacağı kesilmek zorunda kalınan kızının bu durumuna üzülemeden “çok şükür kızıma sağ-salim kavuşacağım” duasıyla şükrediyordu.

Hala etkisinden kurtulamadığım onlarca olay, hikâye anlatılabilir. Ama “Asrın ya da asırlar boyunca yaşanmış en büyük afeti yaşayan bu coğrafyada bundan sonrası için ne yapacağız?” sorusu, hüzünlü dönüş yolunda aklımızdan çıkmıyordu.

Maraş’tan çıkmış Yedi Güzel Adam’ın “Gül Yetiştiren Adam”ı Rasim Özdenören'in dediği gibi “hem bu deveyi güdecek hem bu diyardan gitmeyeceğiz.”


Yazarın diğer yazılarına Yazarlar bölümünde ulaşabilirsiniz.