Hüseyin Kerim Ece

 

Yüzü Yaratan'a dönmek ya da hakkıyla teslim olmak

18.07.2018


Allah (cc) hz. Muhammed’e ve onun şahsında bütün İslâm ümmetine şöyle demelerini emrediyor:

(Ey Elçi!) Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: “Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim (eslemtü vechiye).” Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: “Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?” Eğer İslâm’a girerlerse hidâyete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah, kullarını hakkıyla görendir.” (Âli İmran 3/20)

Burada yukarıdaki âyetlerde söz konusu edilen “ekım vecheke, ekım vücuheküm-yüzünü/yüzünüzü ikâme edin” emrinin yerine getirildiğini görülüyor. Zımnen; “Yarabbi Senin emrine uyarak, Senin iradeni tanıyarak, Senin vahiyle gönderdiklerini kabul ederek, Senin emrini yerine getiriyorum. Hem ben, hem de -kıyâmete kadar- benim elçiliğimi kabul edip bana uyanlarla birlikte Sana yöneldik, özümüzü, benliğimizi, fıtratımıza koyduğun yeteneklerimizi, din/İslâm konusunda tartışanları, şüphesi olanları bir tarafa bırakıp Sana teslim ediyoruz” deniliyor.

Şayet müşrikler ve diğer gayr-i müslimler İslâm ve müslümanlarla uydurma sözlerle ve kelime oyunlarıyla tartışacak olurlarsa, hz. Peygamber ve müslümanlar mükellef kılındıkları imana sahip çıkarlar, Allah’a yönelmekten, İslâmı tebliğ etmekten vazgeçmezler.

Buradaki vech-yüz kişinin kendisi, kendi zatı anlamındadır. Nitekim hz. Peygamber (sav) “Yüzüm onu yaratana ve ona suret verene secde etmektedir” buyurmuştur. (Müslim, S. Müsâfirin/26 (201) no: 1812. Tirmizi, Deavât/32 no: 3421. Nesâî, Tatbik/67-69 no: 1127-1129. İbn Mâce, İ. Salât/70 no: 1053. Ahmed b. Hanbel, 1/95, 102)

Buradaki “yüz” kelimesinin, kasıt anlamına geldiği de söylenmiştir. Ancak birinci açıklama daha uygundur. Kişinin kendisini anlatmak üzere “yüz” kelimesini kullanılması, en şerefli organın yüz olmasından dolayıdır. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/659)

Bazılarına göre bu âyette geçen “vech-yüz” kelimesi mezheb, gidilen yol (tarik) anlamındadır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 807)

Bu âyette hz. Muhammed’e söylemesi emredilen “Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü (vechî) Allah’a teslim ettim...” sözünün zikredilmesi sebebi hakkında iki açıklama yapılmıştır. Birincisi; bu söz kitap ehli ile mücadele etmekten yüz çevirmeyi ifade eder. Çünkü Peygamber (sav) bu âyet vahyedilmeden önce kendi peygamberliğinin hak oluşu hakkındaki delilleri defalarca onlara sunmuştu. Ancak onlar hakkı kabul etmemekte direndiler. Bunun üzerinde Allah onlara son söz bağlamında bu âyeti indirdi.

Ebu Müslim Isfehânî’ye ait ikinci yoruma göre bu söz bir ortaya bir delil koyma anlamı taşır. Yahudiler, hırıstiyanlar ve o zamanki müşrikler bazı hükümler hariç, hz. İbrahim’in büyüklüğünü ve onun dindeki samimiyetini, sözlerindeki tutarlılığı kabul ediyorlardı. Bu yüzden Allah (cc) Hz. Muhammed’e İbrahim’in hanif dinine tabi olmasını (Nahl 16/123), daha önce hz. İbrahim tarafından teleffuz edilen sözü söylemesini istemişti.

Âli İmran 3/20 sanki şöyle deniyor: “Ey Muhammed! Eğer seninle bu tafsilatlı meselelerde tartışılırlarsa onlar deki: “Ben İbrahim’in yoluna uydum ve halen o yoldaki istikamet üzereyim. Sizler de onun yolunun hak ve hakikat olduğunu, her türlü şüphe ve töhmetten uzak bulunduğunu pekâlâ bilmektesiniz” Bu ifade bağlayıcı bir delildir. (Öztürk. M. Kur’an’ın Mu’tezili Yorumu, s: 210)

Müfessir Taberî “Eğer seninle çekişirlerse” ifadesini tefsir ederken, çekişenlerin Peygamber (s)'e gelen Necran heyeti olduğunu söyler.

Ancak âyetler onlara ve diğerlerine Allah’tan başka ilah olmadığı, yani Tevhidin temel prensibini hatırlatıyor. Diğer meseleler bu ilkenin üzerine bina edilir.

Bu âyet tartışmaya asla yer olmayan konuları tartışmak isteyenlere karşı Peygamber (sav) uyarılmış, onun ve mü’minlerin kendilerini Allah’a teslim ettiğini ilan ederek konumunu belirlemesi emrolunmuştur. Ayrıca, onlar da eğer müslüman olurlarsa Allah'ın kendilerine göstereceği hidâyet yolunun kendilerini bir araya toplayacağını, eğer yüz çevirirlerse bunun kendi aleyhlerine olduğunu ilan etmesi emredilmiştir. (Derveze, İ. et-Tefsiru’l-Hadis (çev.), 5/402)

Tek bir ilâha inanan mü’min yürekte Allah’ın otoritesi dışında hiç bir varlık yer edinemez. Tek ilâha inanmak aynı zamanda inanç, ibadet, ahlâk ve değer yargılarını, hayata dair temel ilkeleri o inanca uygun hale getirmeyi gerektirir. Allah katında geçerli olan din doğru yol olan İslâmdır. Bu da kuru bir slogan değildir. O sadece isim veya sembol, kalbe huzur veren bir düşünce de değildir. Burada söz konusu edilen İslâm hakkıyla teslim olmakla gerçekleşen, Kur’an’ın (vahyin) hakem yapıldığı İslâmdır. (Kutub, S. fi-Zılâl’i’l-Kur’an, 1/380)

Kitap ehlinden çoğu “hakikat” kendilerine apaçık belli olmasına rağmen içlerindeki hasetten dolayı İslâma inanmak istemediler. Hatta müslümanların İslâmî hidâyetten dönüp kendilerini gibi olmalarını istediler.

“Kişinin yüzü, bedeninin en anlamlı parçası olduğundan klasik Arapça'da insanın bütün kişiliğini yahut bütün benliğini göstermek için kullanılırdı. Kur’an'da defalarca tekrarlanan bu ifade, İslâm'ın mükemmel bir tanımını vermektedir -ki, esleme “kendini teslim etti” kök-fiilinden türetilmiş olan bu kelime “kendini (Allah'a) teslim etmek” anlamına gelir: ve Kur’an'ın tümünde İslâm ve müslim terimleri bu anlamda kullanılmışlardır. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/31)

Onlar (kitap ehli), yahudi ve hırıstiyan olanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek dediler. Bu onların kuruntusudur (boş temennisidir). De ki: “Eğer sözünüzde doğru iseniz kesin delilinizi getirin.” (Bekara 2/111)

Durumun onların zannettiği veya temenni ettikleri gibi olmadığını takip eden âyet haber veriyor.

Bilâkis, kim muhsin (iyi niyet ve güzel davranış sahibi) olarak yüzünü (men esleme vechehu) Allah'a teslim ederse onun mükâfatı Rabbi katındadır. Öylelerine korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.” (Bekara 2/112)

Zımnen şöyle deniyor: Hayır mesele onların hayal ettiği gibi değil. Cennet ne yahudilere, ne de hırıstiyanlara mahsustur. İşin gerçeği şudur:

Kim özünü şirkten ve şirk görüntülerinden temizler, ihlas ve samimiyetle Allah’a yönelir, Allah’ı görüyormuş gibi kendini Allah’ın huzurunda bilirse, Allah’tan gelen hükümleri itiraz etmeksizin uygulamak üzere kabul ederse, bütün ibadetlerini şartlarına uyarak ve kalb huzuru ile yaparsa; bunun Allah katında mutlaka karşılığı olur.

İşte bunlara müslüman denir ve Cennet gibi bir mükâfat yurdu da böylelerinin hakkıdır.

Allah katındaki din de işte bu İslâmdır. Bu durum başka âyetlerde açıklanan gerçeğe benzer. “Kim benim hidâyetine tabi olursa onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceler de.” (Bekara 2/38. Bir benzeri: Bekara 2/62)

İşte Allah (st) bunu va’dediyor, hz. Muhammed de bunu haber vermişti. Bu da bir kuruntu, bir hayal, bir söylenti, ya da falanca kişiye ait kişisel görüş değildir. Buna vahiy ve selim akıllar da şâhitlik eder. İslâm bir anlamda Allah’a karşı yüz aklığı, alın temizliğidir. “Yüz aklığı ve alın temizliği” deyimi sahibinin içinin ve dışının, niyet, düşünce ve davranışlarının temizliğinden bir kinâyedir.

Bu âyetteki yüz-vech; zikri- cüz irade-i küll-parçayı anıp bütünü kasdetmek metoduyla kişinin bütününden mecazdır. “Nefsehu” değil de “vechehu” denilmesinin sebebi de İslâmın sadece insanın içiyle ilgili olmadığının işaretidir. Zira secde organı olan yüz organların en önde olanı ve bedenin temsilcisidir. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/386)

Âyetteki muhsin kavramının yukarıda sözü edilen “ihsan” hadisine uygun bir anlam taşıdığı anlaşılıyor. Demek ki cennete girebilmek boş temennilere değil, sağlam ve hak olan inanca dayanır. Buna bağlı olarak kişinin Allah’a yakîn derecesinde iman edip yüzünü O’na çevirmesi, benliği ile ve içtenlikle O’na teslim olması, arkasından da bu teslimiyetin gereği olarak hem kalbi ile, hem de bedeni ile sadece O’na kulluk etmesi gerekir. İşte bu teslimiyeti sağlayan dine İslâm, bu şekilde teslim olan kişiye de “müslim-müslüman” denir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 1/112)

Kim kötülük yaparsa, haddi aşarsa âhirette onun cezasını görür. Böylelerine hiç kimse yardım edemez. Kim de iman etmiş olarak iyi işler yaparsa o da bunun karşılığını fazlasıyla cennette alır. Âhirette hiç kimse haksızlığa uğratılmaz. (Nisâ 4/120-124)

Kur’an bu gerçeği bir de şu âyette destekliyor:

Bütün varlığıyla Allah’a adanan, sürekli iyilik yapan ve bir muvahhid (hanîf) olarak İbrahim’in iman ailesine -ki Allah İbrahim’i dost edinmiştir- tâbi olan kimseden daha güzel dinli biri olabilir mi?” (Nisâ 4/125)

Tabi herkes kendi inanaç sistemini, hayat anlayışını, üzerinde yürüdüğü yolun en iyisi olduğunu savunur. Ama onların elinde bu konuda objektif, kesin ölçüler yoktur. Kesin ölçü Allah katından, vahiy yolyla, peygamber aracılığı ile gelen Tevhid Dini İslâmdadır. Zira bunun kaynağı insan aklı, atalar geleneği değil; vahiydir, yani bizzat insanı Yaratan Allah’tır. Allah’ın koyduğu ölçülerden daha doğru, daha isabewtli ve mutlak ölçü olabilir mi?

İslâmın en başta esas aldığı ölçü tevhid inancıdır. Bu da iman, İslâm ve ihsan olarak formüle edilir. Yani Allah’ı bir bilmek ve yalnızca O’na kulluk etmektir. Hayata dair bütün ilkeleri, değer yargılarını bu imandan almaktır. Bunun dışında insanların uydurduğu yapma dinlerden yüz çevirmektir. Nitekim İbrahim’in (as) yolu da budur.

İslâm olmaktan maksat; kulluk bilinciyle Allah’a yönelmek, kendini O’na hakkıyla teslim etmektir. O’ndan gelenleri alıp kabul etmek, O’nun hükmüne rıza göstermektir. Buradaki ihsandan kasıt ihlas, samimi olmak, başka niyetleri ibadete karıştırmamaktır. İhsan bir yönden de hayırdır, iyiliktir, güzelliktir, yapılan her işi en güzel şekilde yapma bilincidir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/117)

İnsanların İbrahim gibi Allah’a yönelmeye, ya da İbrahim’im temsil ettiği hanîf inancına çağıran Kur’an, yine İbrahim ve onun örnekliğinden bahseden bir pasajın sonunda şöyle diyor:

Kendini bilmeyenden başka İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz İbrahim’i bu dünyada seçkin kıldık. Şüphesiz o âhirette de iyilerdendir. Rabbi ona “Teslim ol” dediğinde, “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti.” (Bekara 2/130)

Kendine cahilce kötülük edenlerden başkası, dünyada seçkin kılınan, âhirette iyiler arasında olan ve kendi hayatında tevhid dininin en büyük temsilcisi olan İbrahim’in dininden yüz çevirmez. Zira onun temsil ettiği, bayraklaştırğı, şirke karşı savunduğu din Allah’ın indirdiği “tevhid/hanîf” inancı idi.

Hanef” mastarı “doğru asla yönelmek” anlamına gelir. “Doğrudan yanlışa yamulma” anlamına gelen cenefin zıddıdır. Hanîf bu mastardan türetilen bir sıfat olması itibarıyla, “doğru ve saf inancı”, daha öz ifadesiyle “aracısız kulluğu” yani “tevhid’i” ifade eder.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/393)  

Allah’a teslim olmak bizzat Allah’ın kullarına emridir.

“De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez.” (Zümer 39/54)

Bu emri yerine getiren Peygamber’e, âlemlerin Rabbi Allah’a teslim olmaya yanaşmayan müşriklere şöyle demesi emrediliyor:

Rabbimden bana apaçık deliller gelince, Allah’ı bırakıp da taptıklarınıza tapmam bana yasaklandı ve bana, âlemlerin Rabbine teslim olmam emredildi.” (Mü’min 40/66. Bir benzeri: En’am 6/71)

Şüphesiz ki başta hz. Muhammed olmak üzere, sahabeler ve onları izleyen samimi müslümanlar yüzlerini Rabbe döndüler, O’na ve O’nun hükümlerine hakkıyla teslim oldular. Bu teslimiyet kıyâmete kadar devam edecektir.


Bu teslimiyetin en canlı örneklerinden biri hz. İbrahim’dir (as).

Kur’an hz. İbrahim’in (as) aynı şekilde bütün benliği ile Allah’a yöneldiğini, özünü bütünüyle O’na teslim ettiğini haber veriyor. O yıldızların, Ayın ve Güneşin tanrı olamayacaklarını tecrübe, akli çıkarımlarla ortaya koyduktan sonra şöyle dedi:

Artık ben, her türlü bâtıldan yüz çevirerek bütün varlığımla gökleri ve yeri yaratana yöneldim (veccehtü vechiye); ve ben O’ndan başkasına ilâhlık yakıştıranlardan değilim!” (En’am 6/79)

Allah'ın birliği esasına dayalı (Hanîf) dinî geleneğinin imamı olarak bilinen Hz. İbrahim'in kavmi gök cisimlerini sembolize eden putlara taparlardı. İbrahim (as) muhtemelen kavminin bu bâtıl inançlarını onlara göstermek Tevhid inancını anlatmak düşüncesiyle önce en parlak yıldızın, sonra ayın ve ardından da güneşin tanrı olup olamayacağını araştırmış; gelip geçici ve değişken varlıkların ilah olamayacakları, tek ilâhın noksan sıfatlardan münezzeh olan alemlerin Rabbi olduğunu anlamış ve arkasından da: “Artık ben, her türlü bâtıldan yüz çevirerek bütün varlığımla gökleri ve yeri yaratana yöneldim...” diyerek hanif inancını ortaya koymuştur.

Böylece hz. İbrahim pek çok müslüman ilim adamının Allah'ın varlığını ve birliğini aklî delillerle ispat etmek bakımından önemsedikleri gözleme dayalı bu istidlali ile hem putperest kavminin inançlarını çürütmüş, hem de Tevhid dinin en temel ilkesi olan ilâh inancının nasıl olması gerektiğini göstermiştir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/342)

Bu âyetle Allah (cc) haber veriyor ki İbrahim gerçeği gördükten sonra onu söylemekten, -bütün kavmini karşısına alma pahasına- tebliğ etmekten geri durmadı. Bâtıla saplanmış kavminin yapacaklarından korkmadı. Bu âyette Allah (cc) bize bildiriyor ki: Hz. İbrahim gerçeği görünce bunu dile getirmekten geri durmadı. Bâtıla saplanmış olan müşrik kavmine karşı çıkmaktan asla çekinmedi. Allah yolunda, kınayanın kınamasına asla aldırış etmedi. Onlara net bir şekilde: “Beni ve size yaratan Allah’a kulluk ederim. Sizin ibadet etmekte olduğunuz putları O’na ortak koşmam. Ben ibadetimle, teslimiyetimle yüzümü (yönümü) gökleri ve yeri yaratan, başlangıcı ve sonu olmayan, öldüren ve hayat veren Allah’a çevirdim.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 5/247)

Kur’an’ın bu pasajının göz önüne serdiği sahne gözleri kamaştıran olağanüstü bir sahnedir. Bu ilk aşamada put inancına dayalı cahiliyye düşüncelerini reddeden fıtratın sahnesidir. Üzerinden hurefeleri silkeleyince uyanan ve gerçek ilâhını arayan vicdanın, fıtratın hak ve bâtıl karşısındaki tutumunun sahnesidir.

Sonuçta İbrahim (as) ilâhını buldu. Ancak, parlayan yıldızda, doğan ayda ya da yükselen güneşte değil. Gözlerin gördüğü, duyu organlarının algıladığı ve aklın kavradığı her şeyin yaratıcısı olarak buldu. O'nu gönlünde, fıtratında, aklında, bilincinde ve çevresindeki tüm varlıklarda hissetti.

Bu da kendisi ile kavmi arasında kesin bir ayrılık demekti. O hi taviz vermeden onların hayat anlayışlarından, şirk düşüncesinden uzaklaştı. “Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım. Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim” diyerek.

Bu açık ve kararlı ifade gökleri ve yeri yaratana tevhidî bir yöneliştir. Bu, kesin bir söz, pürüzsüz bir inanç ve son yöneliştir. Üstelik bu yöneliş vicdan fıtraten yer alan gerçeğe, selim akla da uygun bir seçim idi. (Kutub, S. fi-Zılâl’i’l-Kur’an, 2/1139)


-Peygamber’in teslimiyeti

Hz. Muhammed’in “yüzünü bütün benliğinle Rabbine yönelt” emrini bihakkın yerine getirdiğine onun peygamberlik hayatı şâhit olduğu gibi, ibadeti, duası ve teslimiyeti de şâhittir. Nitekim o namazlarında bu teslimiyeti, bu samimi yönelmeyi, ya da sadece Allah’a yönelme kararlılığını her zaman ikrar ederdi.

Ali b. Ebi Talib’in (ra) rivâyetine göre Rasâlüllah namaza kalktığı zaman (tekbirden sonra) şöyle derdi: “Artık ben, her türlü bâtıldan yüz çevirerek bütün varlığımla gökleri ve yeri yaratana yöneldim (veccehtü vechiye); ve ben O’ndan başkasına ilâhlık yakıştıranlardan değilim!” (En’am 6/79)

Ey Muhammed! De ki: “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.” “O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben müslümanların ilkiyim.” (En’am 6/162-163)

Ey Allahım, Sen (her şeyin) mâlikisin, Sendan başka tanrı yoktur. Sen benim Rabbimsin, ben de Senin kulunum. Ben nefsime zulmettim, hatamı itiraf ediyorum, bütün günahlarımı bağışla, zira günahları Senden başka kimse bağışlayamaz. Beni en güzel ahlâka yönelt. Zira en güzel ahlâka senden başkası yöneltemez. Kötülükleri benden uzaklaştır. Zira kötülükleri Senden başka kimse benden uzaklaştıramaz. Buyur Efendim, hayrın hepsi Senin elindedir. Şer Senden değildir. Ben bu iman üzereyim. Sen çok mübâreksin ve Sen çok yücesin, istiğfar ediyorum ve tevbe ediyorm.”

Rukû’da şöyle dua derdi: “Ey Allahım Senin huzurunda rüku’ya vardım, Sana iman ettim ve Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, beynim, kemiğim ve sinirim (yani bedenim) Senin için eğildi.”

Rukû’dan kalkerken şöyle derdi: “Ey Allahım, Rabbim, gökler dolusu yer ve yer ile gökler arası mesafeler kadar, bundan sonra dilediğin şeyle dolusu kadar hamd Sana aittir.”

Secde ettiği zaman da şöyle derdi: “Ey Allahım Senin için secde ettim, Sana iman ettim ve Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratana ve şekil verene, kendisinde göz ve kulak var edene secde etti. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.”

Sonra teşehhüd ve selâm arasında da şöyle dua ederdi: “Ey Allahım, benim geçmiş ve gelecek, gizli ve açık yaptığım günahlarımı ve işimdeki aşırılığı affet. Sen onları benden daha iyi bilirsin. Sen Kadim (öncesiz) ve Muahhar (sonu olmayan)sın.. Senden başka tanrı yoktur.” (Müslim, S. Müsâfirin/26 (201) no: 1812. Tirmizi, Deavât/32 no: 3421)

-Sonuç olarak

Hz. Muhammed’in “yüzünü bütün benliğinle Rabbine yönelt” emrini bihakkın yerine getirdiğine onun peygamberlik hayatı şâhit olduğu gibi, ibadeti, duası ve teslimiyeti de şâhittir. Onu izleyen sahabeler ve samimi müslümanlar da yüzlerini Rabbe döndüler, O’na ve O’nun hükümlerine hakkıyla teslim oldular, oluyorlar. Bu teslimiyet kıyâmete kadar devam edecektir.

Zira bu ikrar tıpkı Tevhid veya Şehâdet kelimesini söylemek, “Allah’tan başka tanrı yoktur” demektir. Hayatım, ölümüm ve bütün ibadetlerin âlemlerin Rabbi Allah içindir demenin, tarih boyunca insanların uydurduğu dinlerden, tanrı inançların, hayat anlayışlarından uzaklaşıp Allah’ın dinine teslim olup müslümanca yaşamaya kara vermenin, “sizin dininiz size benim dinim bana” diyebilmenin ilanıdır. Zira bu, ciddi bir tercihtir, hayatın en önemli seçimidir.

 

e-mail
Yazarın diğer yazılarına Yazarlar bölümünde ulaşabilirsiniz.