Hüseyin Kerim Ece

 

Kur'an'da ziynet kavramı -6- 21.03.2018


Kur’an Firavun kavminin toplanma gününü “ziynet günü” olarak isimlendiriyor.

Hz. Musa Firavun ve kavmini iman etemye davet edince onlar çeşitli bahaneler ileri sürerek bunu kabul etmediler. Hatta kendisine sihirbaz diyerek “sen bu sihirinle bizi ülkemizden çıkarmaya mı geldin” diye suçladılar. Arkasından da kendilerinin de sihir yapabileceklerini, güçlü ve maharetli sihirbazlara sahip olduklarını ileri sürdüler. Hz. Musa’dan sihirbazlarla yarışmak için buluşma yeri ve bir zaman belirlemesini istediler. (Tâhâ 20/56-58)

Bunun üzerine; “Musa: "Buluşma zamanınız sizin bayram gününüzde (yevmu’z-zîneh), insanların toplandığı kuşluk vakti olsun" dedi.” (Tâhâ 20/59)

Lafzen, “şenlik günü” -Bunun Mısırlılar'ın yılbaşı günü olması mümkündür. “Sizin buluşma gününüz” ifadesi “sizin önerdiğiniz buluşma günü” anlamındadır.  (Esed, M. Kur’an Mesajı, )

Firavun'un amacı şuydu: "Sihirbazlar baston ve sopalarını yılana çevirmeyi birkez başardılar mı, Musa'nın (a.s) gösterdiği mucizenin tüm etkisi insanların zihninden silinecekti. Bayram günü (ziynet günü) yakındı. O gün imparatorluğun her yanından akın akın insanlar gelecekti. Bu nedenle bu buluşma herkesin şahitlik edebilmesi için meydanlık bir yerde olmalı ve herkesin açıkça görebilmesi için gündüz zamanı seçilmeliydi." (Mevdudi, E. Tefhimu’l-Kur’an, )

"yevmü'z-zîne" tamlaması hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır. Bunların ortak noktası, Hz. Musa'nın o toplumda şenlik veya kutlama amacı taşıyan ve halkı bir araya getiren belirli bir güne atıfta bulunmuş olduğudur. (Komisyon, DİB Kur’an Yolu,  

Yavmu’z-ziyneh-bayram günü şeklinde anlaşılmış. (el-Cevherî, İ. b. H. es-Sıhah Tâcu’l-Lüga, 5/563. Fîrûzâbâdî; M. Y. al-Kâmus’l-Muhît, s: 1204)

Genelde insanlar bayramlarda en iyi veya en yeni elbiselerini giyerler, ziynetlerini takınırlar, daha güzel ve daha süslü olmak isterler. Elbisesin şekli, ziynet anlayışı, ziynet kabul edilen takılar, bayram kutlama şekilleri farklı olsa da bütün toplumlarda bu böyledir.

Bu âyet acaba Firavun’un kavminin kendilerince bayram olan bir günde bu anlamda süslenmelerinden, bayramlaık elbiselierini giymelerinden ve ziynetlerini kuşanmalarından mı bahsediyor?

Ziynet günü Firavun kavmin bayram günleri, işi bıraktıkları ve toplandıkları gün denir. Musa’nın bu günü insanların Allah’ın yüce gücüne ve peygamberlerin mucizelerine, sihirbazların nebevi olağanüstülikler karşısında geçersiz kalmasına şahit olmaları için seçti. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/484)

Bu günün, insanların süslendikleri, ziynetlerini takındıkları bir nevi pazar/panayır günü olduğu söylendi. (Ebu Zekeriyya el-Ferrâi, Meâni’l-Kur’an, 2/183) Zira böyle bir gün de insanlar uzaktan yakından oraya gelirler, alış veriş yaparlar, kaynaşırlar, bir açıdan da sahip oldukları ziynetleri, süsleri, zengin takıları birbirlerine göstermek isterler.

İbni Abbas’a, İbni Cüreyc’e, Said’e, Mücahid’e, Süddi’ye ve Katade’ye göre de “ziynet günü”, Firavun kavminin bayram veya kalabalık pazar günleridir. İbni Zeyd’e göre o gün Firavun kavmi işi gücü bırakır biraraya gelir, belli bir yerde hazır olur, orada olanlara şahit olurlardı. İbni İshak diyor ki zira o gün Firavun onların arasına karışırdı. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 8/427. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, )

Zamahşeri’ye göre âyette geçen “mev’ıd” burada vakit (buluşma zamanı) anlamına gelebilir. Şöyle bir soru sorulabilir: Burada buluşma zamanına mı yoksa buluşma yerine mi işaret ediliyor? Her ne kadar lafız değilse de mana buluşma zamanına işaret ediyor. Çünkü Firavun kavmi “ziynet günü”nde aynı mekanda biraraya geliyorlardı. (Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşâf, 3/69)

Bu günün Nil’in taşmadığından emin olunduğu gün olduğu da söylenmiştir. Onlar o gün evlerinden dışarı çıkarlar, gezerler, bir anlamda piknik yaparlardı. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, )

Ziynet günü” onların “bayram günüdür”. O günde ülkenin her tarafından insanlar, usta sihirbazlarla birlikte gelip bayram yerinde toplanırlardı. Hz. Musa zamn olark da kuşluk vaktini seçti. Zira o zamanlar insanlar o vakitte biraraya gelip münakaşa ve tartışma için geniş zaman bulabilirlerdi. Böyle olunca da Allah'ın kelimesi böyle bir ortamda insanlara rahatlıkla ulaştırılabilirdi. Hz. Musa'nın getirdiği dinin hak olduğu insanların gözü önünde tescil edilmiş olurdu. (Hicâzî, M. Furkan Tefsiri (çev.), )


?

Kur’an, Firavun’un yardımcısı Karun’un bütün debdebesiyle, zenginliğini dışa vuran süslerini göstererek kavminin yanına gelmesini de ziynet kelimesi ile anlatıyor.

Kasas Sûresinin bu bölümündeki âyetler Karun’dan ve onun servet konusundaki tutumundan bahsediyor. Buna göre o aslında Musa’nın kavminden idi. Ancak kavmine ve hz. Musa’nın davasına ihanet etmişti. Çok zengindi. Hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü adamlar taşımaktan acizdi. Çevresinde aklı başında olanlar “servetinle, malınla şımarma, zira Allah şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden O’nun yolunda harcayarak Âhiret yurdunun (selametini) ara, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara iyilik et. Bulunduğun yerde bozgunculuk yapma, fesat çıkarma. Zira Allah fesatçıları sevmez” dediler. Demek ki o zaman onun kavmi arasında onu azgınlıktan vazgeçirmeye ve Allah'ın servet konusunda uyulmasını istediği dengeli ve tutarlı sisteme döndürmeye çalışan kimseler vardı. Ancak belli ki o bu gibi öğütlere kulak asmadı. Üstelik bu hazineleri kendi bilgisi, becerisi, gücü ile elde ettiğini ileri sürdü. Ancak önceki zamanlarda kendisinden daha güçlü ama azgın kimselerin helâk edildiğini unuttu. Arkasından;

Kârûn, zineti ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler, “Keşke Kârûn’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir” dediler.” (Kasas 28/79)

Ziynet burada dünyevi süs, dış görüntü, ya da insanı süslü gösteren şeyler anlamındadır. Buna göre görkem ve gösteriş, süslenip püslenmek de ziynettir. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/267)

Buradaki ziyneti; debdebe, görkem ve gösteriş, ihtişam, aşırı süs, zenginliği gösteren görüntü diye anlamak mümkün.

Dünya hayatını ve süsünü Ahirete tercih edenler, Ahiret hayatının gerçekleşmeyeceğini zannedenler, ya da Allah yokmuş gibi davrananlar, “keşke bizim de Karun gini imkanlarımız olsa, keşke biz de onun gibi zengin olsak, yahut onun gibi böyle debdebeli, ihtişam içinde olsak” dediler. Onun zenginliğine imrendiler.

Bu imrenme Peygamberin övdüğü gıpta değildi.

Abdullah İbni Mes'ûd (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yalnız şu iki kişiye gıpta edilmelidir: Biri, Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse, diğeri, Allah'ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse." (Buhârî, İlim/15)

Görünen o ki onun çevresinden bazıları dünya hayatının çekiciliği karşısında, kendinden geçiyor, Karun’un ziynetinin (süsünün, ihtişmanın, zenginliğinin) büyüsüne kapılmıştı. Bir diğer grup ise, iman değeri ile Allah katındaki kalıcı güzellikleri ve O’nun vereceği karşılığı ümit ediyordu.

Dünyanın çekiciliği, göz alıcı süsleri, zenginlikleri her zaman ve her yerde bazı kalpleri kendine çeker. Bu çekicilik, bu göz kamaştırıcı süsler hayatın dünyadan ibaret zannedenlerin başını döndürür. Böyleleri bu ziynetlerden bu dünyalık ihtişamdan daha üstün ve şerefli değerler olduğunu bilmezler. Bu ziynetlere sahip olanların bunları nasıl elde ettiklerini de bilmezler. Onlar servetin dışa yansıyan cazibesine aldanır, sineklerin tatlı bir şeye üşüşmesi gibi bu çekiciliklere kendilerini kaptırırlar.

Dünya hayatını tercih edenlerin aksine kendilerine ilim verilenler, yani “bilgi (ve bilginin amacını kavrama) yeteneğiyle donatılmış olanlar da; “Yazıklar olsun size! İman eden ve Allah’ın razı olduğu iş işleyen kimselere Allah’ın verdiği ödül daha hayırlıdır; ama ona sabredenlerden başkası kavuşamaz!” derlerdi.” (Kasas 28/80)

Evet, kendilerine ilim verilenler, kavrama yeteğine sahip olanlar, ya da Allah’tan gelen ilme (vahye) iman edenlerin ölçüsü başkadır. Onların gönüllerinde dünyanın süsü, malı mülkü, makamı ve saltanatı değil; Rabbin sevgisi ve rızası vardır. Onlar yeryüzünün süslerinin cazibesine kapılmayacak kadar uyanık bir yüreğe sahiptirler. Onlar Allaha bağlandıkları ve O’ndan gelen değerleri benimsedikleri için Karun gibilerinin sahip oldukları dünyalıklar karşısında alçalmazlar. Çünkü onlar hidâyet ile hayatı gerçek anlamda değerlendirme bilgi ve şuuruna sahiptirler. (Kutub, Seyyid. fi-Zılali’l-Kur’an, )

Dünya hayatına düşkün olanlar Karun'un servet ve ihtişamını gördükçe onun şanslı bir insan olduğunu düşünüyor ve onun yerinde olmayı veya onun kadar zengin biri olmak istiyorlardı. İlim ve irfan sahibi kimseler ise onları kınayarak bu tür özentilerin yersiz olduğunu söylüyorlardı. Zira dünyadaki servet geçici, âhiret ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Bu nimetlere kavuşabilmek için iman, sâlih amel ve sabır sahibi olmak gerekmektedir. (Komisyon, DİB Kur’an Yolu: 4/231)


?

Firavun ve kavminin sahip olduğu dünyalık saltanat ve debdebe de “ziynet” olarak anlatılıyor.

Mûsâ, şöyle dedi: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun’a ve onun ileri gelenlerine, dünya hayatında nice zinet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz, yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar iman etmezler.” (Yûnus 10/88)

Buradaki ziyneti, göz kamaştırıcı saltanat, zenginlik ve güç veya insanı albenili gösteren süs eşyası diye anlamak mümkün.

Ya da Firavun ve kavminin kültür ve uygarlıklarının, diğer kavimleri kendine cezbeden şatafatına, haşmet, büyüklük ve ihtişamına delalet edebilir. (Mevdûdî, E. Tefhimu’l-Kur’an (çev.), 2/359)

Yûnus Sûresinin akışında Hz. Musa, Firavun ve İsrailoğulları etrafında gelişen kıssa devam ediyor. Hz. Musa karşısında ağır bir yenilgi aldıktan sora inat ve büyüklenmeyi daha ileri boyutlara vardıran Firavun’un bu tutumuna karşılık Hz. Musa Rabbine şöyle dua etti: “Rabbimiz, şüphesiz sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine ziynet; süslenmelerini ve çekici olmalarını sağlayan giysiler, sergiler, eşyalar, takılar ve mal, servet, dünyalık imkanlar, belki altm, gümüş, davarlar, sığırlar, binek hayvanları ve ekinler verdin...” Ancak bu ilâhi lütuflar onların şükretmelerini sağlamadı, bilakis onların sapmalarına sebep oldu. (Cezâirî, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsir, s: 721)

Firavun ve çevresindekiler belki de bu serveti, ziyneti veya zenginliği hak ederek, alınlarının teri karşılığında değil, haram yollardan, belki insanlardan gasbederek, onları köle olarak kullanarak elde etmişlerdi. Hakları olmayan bu servet ve saltanat da onların hidâyet bulmasına değil; şımarıp sapıklığa düşmelerine sebep olmuştur.

Tefsircilerin tahminlerine göre Firavun ve kavminin ülkesi çok geniş, hazineleri çok zengindi. Altın, gümüş, zeberced, zümrüt, yakut gibi değerli maden bulunan dağlar hakimiyetleri altında idi. Zaten “Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: “Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zuhruf 43/51) demişti.

Yani, onların bu (şükrü yerine getirilmeyen) zenginlikle sonunda varacakları nokta sapıklık olduğundan ötürü, o mal kendilerine adeta sapıp (başkalarını da saptırsınlar) diye verilmiş gibi olur. Bir diğer görüşe göre Allah (cc) onlara bu malları ve dünyalık ziynetleri kendisinden yüz çevirdikleri için verdi. Büyüklük tasladıkları için de Allah’ın da onlardan yüz çevirmesinden korkmuyorlardı, ya da buna aldırmıyorlardı. Bazılarına göre buradaki anlam; “Sen bu dünyalıkları onlara sapmamaları için verdín (ama onlar saptılar).” (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1541)

Âyetin ilk cümlesinin başındaki “lâm” harfinin Arap dilindeki farklı kullanımları dolaysıyla değişik anlamlar verilmiş. Bazıları bu cümleyi; “Rabbimiz, Sen Firavun’a ve adamlarına dünya hayatında zinet (ihtişam) ve servet verdín; insanları senin yolundan saptırsınlar diyemi…? şeklinde,

bazıları “Rabbimiz, demek Sen, Senin yolundan sapmaları (veya saptırmaları) için dünya hayatında Firavun’a ve adamlarına zinet ve mallar vermişsin, verdiğin bu dünya serveti ile onları sınamışsın” şeklinde,

bazıları burada bir soru edatı takdir ettikten sonra âyetin başı ile sonu arasında bağ kurarak; “Sen Firavun ve kavmine dünya hayatında ziynet ve mal verdin; senin yolundan saptırsınlar ve elem veren cezayı görünceye kadar iman etmesinler diye mi yâ Rab?” şeklinde (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 6/598. Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/139),

bazıları da “Rabbimiz, Sen Firavun ve adamlarına, Senin yolundan sapacakları (veya ötekileri saptıracakları, yoluna engel olacakları) için dünyada onlara böyle ziynet ve Servet verdín. Âhirette nasipleri olmayan bu kimselere sadece dünya malını nasip ettin, bununla aldandılar, sapıklığa daldıkça daldılar” şeklinde bir anlam yüklediler. (Ateş. S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 4/248)

Şüphesiz Allah (cc) onlara ziyneti, malı, dünyalıkları sapıtmaları veya azmaları için vermemiştir. Ancak bir lütuf ve sınav için nasip edilen bu gibi şeyler, kendi hatalı değerlendirmeleri sebebiyle onları sapıklığa sürüklemiştir. İnsan kendisini zengin, yeterli görünce (Alak 96/6), mülkün Allah’a ait olduğunu unutunca azar. Tıpkı Firavun ve yanındaki adamları gibi.

Mal, servet, dünya ziyneti “Firavun benzeri kimselerin plan ve hilelerini uygulamaya koymak ve hakikat öncülerini görevlerinden alıkoymak için kullandığı araçlar ve kaynaklardır.” (Mevdûdî, E. Tefhimu’l-Kur’an (çev.), 2/359)

Musa (as) bir anlamda onların İlâhi davete karşı gelmelerinin arka planındaki sebebi ortaya koyuyor. Dünyalık ile şımarmak. Bu kadar dünyalığa, salatanata, güce ve kuvvete sahip olduklarını düşünen böyleleri, yani kendi kendine yeterli olduklarını zanneden müstağniler, bu istiğna duygusu ile hareket ederler. Allah’a muhtaç olmadıklarını, çünkü zaten kendilerinin her şeye sahip olduklanı sanırlar.

Hz. Musa bu bedduayı, Firavun ve topluluğunun inkârlarındaki inatçılıklarına kızarak Allah nzası için yapmıştır. Zira o Firavun ve kavminden hayır beklemediğini, onların iman etmelerinde ümit kalmadığını anlamış, bunların, azgınlıklarına devam ettikleri takdirde İsrailoğullarını da saptıracaklarından korkmuş ve bu sebeple Firavun ve topluluğu aleyhine bedduada bulunmuş olabilir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 6/602. Ateş. S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 4/248)

Firavun ve kavmi bu imkânlarla insanları Allah yolundan saptırdılar. Bu gibi imkânlar ve nimetler başkalarını imrendirmiştir. Onlar da bu imrenmeyi kullanarak ve servetin, iktidarın sağladığı güçle insanlara hükmetmişler, onların ilâhi davete gelmelerine engel olmuşlardı. Bozguncular bu gibi imkanların insanlara deneme için verildiğini de bilmezler. Onlar, dünyalık süslerin ve imkanların dünyada ve Âhirette iman edenler için hazırlanan nimetlerin yanında bir değer taşımadığını da anlamazlar. Burada Hz. Musa, tüm insanlar için sözkonusu olan bir gerçeğin altını çiziyor: O da mal ve servetle şımarıp azgınlık ve zulüm yapmak. Bundan dolayı o azgın ve saptırıcı güç odaklarının, azgınlığa, zulme ve saptırmaya yol açan araçlardan mahrum edilmesini istedi. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 3/1817)

 

e-mail
Yazarın diğer yazılarına Yazarlar bölümünde ulaşabilirsiniz.