Hüseyin Kerim Ece

 

Kur'an'da süsleme tezyin fiili 4 04.01.2019


İki âyette iman etmeyenlerin amellerinin kendilerine süslü gösterildiği söyleniyor.

Bunu nasıl anlamalıyız?

Yani aslında insanlar yanlış yaptıklarının farkına varacaklar, ama Allah onların basiretini bağlar, amellerini kötü ve yanlış da olsa onlara süslü gösterir, bu yüzden onlar hata yapmaya devam ederler;

ya da Allah (cc) kötülük yapanların, günah işleyenlerin gönlünü öyle şeyler ilham ederki, onlar da bu yüzden yaptıkları her haltı, yanlışı, hatayı süslü, doğru, engüzel, isabetli diye zannederler şeklinde mi anlamalıyız?

Elbette böyle değil.

Allah (cc) elbette kullarının kötülüğünü, sapıklığını değil; hayrını, iyiliğini ve hidâyetini ister.

Süsleme (tezyîn); bu işin yasasını koyan, ölçüsünü belirleyen, yapılmasına izin ve kabiliyet veren Allah’a nisbet ediliyor.

Kişinin dalâlete saplanıp, fıtratının bozulması durumunda yaptığı kötü işler kendine hoş gelir. İşte bu durumlarda kişinin amellerinin kendisine süslü gösterilmesi Allah'a izafe edilir.

Kişinin şeytan tarafından kötü yola sürüklenmesi ve şeytanın ona bu yolu güzel göstermesi durumunda ise, tabiatı icabı burada şeytan zikredilir. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 4/90)


Onlardan birincisi şudur:

Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyin. Sonra onlar da bilmeden, taşkınlık yaparak Allah’a söverler. Böylece Biz her ümmete kendi yaptıklarını tezyîn etmişiz (cazip göstermişiz). Sonuçta dönüşleri Rabbinedir. Artık O onların ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (En’am 6/108)

Siz ve Allah’ı bırakıp da kulluk yaptığınız şeyler (putlar) cehennem odunusunuz.” (Enbiyâ 21/98) âyeti inince inkârcılar; “ya sen bizin tanrımlarımıza dil uzatmaktan geri durursunuz, ya da biz senin tanrına hakaret ederiz” dediler. Bir rivâyete göre de o zamanki müslümanlar onların tanrılarına dil uzatıp hakaret ediyorlardı. Onların bu hakaretleri Allah’a yönelik olacağından böyle yapmak müslümanlara yasaklandı. (Zemahşerî, M. b. Ömer. el-Keşşaf, . el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 2/145)

Bu rivâyeti değerlendiren S. Ateş şöyle diyor: “En’am Sûresi bir defada ve Mekke hayatının sonlarında indiği için böyle bir olay üzerine indiği rivâyeti doğru olamaz. Kaldı ki “siz cehennem odunusunuz” sözünde bir sövme yoktur ki müşrikler böyle tepki vermiş olsunlar. Herhalde müslümanlar müşrikler yaptıkları tartışmalarda onların inançlarını kınamış, tanrılarına (putlarına) hakaret etmişlerdir. Müşrikler de Allah’ın varlığına inandıkları halde öfkelenip Allah’a sövmüşlerdir. (Ateş, Süleyman. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 3/218)

İbn Ebi Hâtim Süddî’den naklettiğine göre Ebu Tâlib ölüm döşeğinde iken Kureyş ileri gelenleri; “Gidelim, şu adamdan kardeşinin oğlunun bizimle uğraşmasına yasak getirmesini isteyelim. Zira onun ölümünden sonra yeğenini öldürüp de Arapların, amcası yeğenini himaye ediyordu. Ama o ölünce kendisini katlettiler” demelerinden haya duyarız.” Bunun üzerine harekete geçtiler ve izin alarak Ebu Tâlib’in huzuruna çıktılar. Ona;

Ey Ebu Tâlib, sen bizim büyümüzsün ve efendimizsin, yeğenin Muhammed bizi ve tanrılarımızı incitti. Onu çağırmanı ve tanrılarımızı ağzına almasını yasaklamanı uyduk gördük” dediler.

Ebu Tâlib Peygamber’i çağırdı. Ona; “bu insanlar senin kavmin ve akrabalarındır “ dedi. Peygamber “ne istiyorsunuz” diye sordu. “Bizi tanrılarımızla başbaşa bırakmanı istiyoruz” dediler. Peygamber (sav) onlara;

Lâ ilâhe illallah-Allah’tan başka tanrı yok” deyiniz dedi.

Ama bunu söylemekten çekindiler ve korktular. Ebu Tâlib; “bu teklifinden ürktüler, başka bir söz söyle” dedi.

Peygamber (sav); “amca, ben bu kelimeden başkasını söylemem. Hatta Güneşi getirip bir elime koyssalar bile” dedi. Bunun üzerine öfkelendiler ve “ya tanrılarımıza sövmekten vazgeçersin, ya da biz de sana ve bunu sana emreden kötü söz söyleriz” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi.” (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 2/145)

Âyette geçen “sebb” kelimesi “şetm” yani terbiye ve nezaketle bağdaşmayan, acı verecek, incitecek tarzda kötü ve çirkin sözler demektir. Bu âyette kasdedilen, müşriklerin açık bir şekilde Allah’a sövmeleri veya sövecekleri konusu değildir. Burada kasedilen onların Allah hakkında konuşmaya dalıp da O’nu kendisine layık olmayan bir şekilde anmalarıdır. (el-Isfehânî, Rağıb. el-Müfredât, s: 323)

Sebb” kelimesini genel olarak “eleştiri” anlamında anlayan Zemahşerî, şöyle soruyor ve cevabını kendisi veriyor: “(Uydurulmuş) tanrıları eleştirmek hak olan bir şeydir. Hatta (Hakk’a) itaat sayılır. Hak olan bir şeyi yasaklamak nasıl doğru olabilir?

Oysaki yasaklama günah (masiyet) olan konulardadır. Ancak nice itaat zannedilen şeyler vardır ki sonuç itibariyle zarara (mefsedete) yol açar. İşin böyle olması onu itaat olmaktan çıkarır. Bir şey şerre ve kötülüğe varırsa, artık o menedilmesi gereken bir şey olur. Dolaysıyla yasaklanması gerekli olur. Bu yasaklama da nahy-i ani’l-münker gibidir. (Zemahşerî, M. b. Ömer. el-Keşşaf, )

Burada müslümanlara; “müşriklerin, cahillerin Allah’a sövmelerine sebep olmayın” deniliyor. Yani müslümanlar onların taptıklarına, kutsallarına, inançlarına söverlerse, hakaret ederlerse; onlar da döner aynı şeyi müslümanlara derler veya yaparlar. Bu gibi tavırlar karşıdakilerin hassasiyetine dokunur, duygularını harekete geçirir. Sonra da ne yaptıklarını, ne söylediklerini bilmeden, cahilâne bir şekilde “biz de sizinkine” derler. Sözü müslümanlara iade ederler.

Böyle bir hata da onların Allah’a, İslâma, İslâmın değerlerine sövmelerine, küfretmelerine sebep olur. Üstelik sövmek, küfretmek, hakaret etmek güzel ahlâka uygun değildir. Her ne kadar bazıları müşriklerin bâtıl inancını hakir görmeyi küfrü ve şirki aşağı görmek kabul etseler de; bu onların kendi değerlerine ve inançlarına bağlılıklarını artırır, savunmaya geçmelerine sebep olur.

Sözün özü başkalarına -ne kadar bâtıl/saçma olursa olsun- mukaddeslerine sövmek, hakaret etmek gereksizdir, faydasızdır. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini ve Kur’an Dili, 3/493)

Şüphesiz yanlış yolda olanları eleştirmek, doğru ve yanlışı ortaya koymak gerekir. Ancak Kur’an’a göre bu hakaret, sövüp sayma üslûbuyla olmaz. Zira bunlar İslâm edebine uymaz. Âyetin sadece Peygamber’e değil, bütün müslümanlara hitap etmesi de bunu gösterir. Zaten böyle bir üslûp Peygamberin ahlakına da uymaz. Başkalarının değerlerine/kutsallarına sövüp sayma, hakaret, tahkir İslâmın getirdiği ahlaka sığmadığı gibi İslâmın izzetine de zarar verir. Bazı müslümanların gayr-i müslimler hakkındaki ölçüsüz hakaretleri bir işe yaramadığı gibi, onları taşkınlığa sevkedebilir, onların da İslâmın değerlerine saldırmalarına sebep olabilir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/358)

Âyet müslümanları her konuda olduğu gibi bu konuda da dikkatli olmaya çağırıyor.

Âyette İslâm’ın tebliğ ve davet metoduna da işaret vardır. Buna göre bizim gibi başkalarının inanç ve kanaatleri de onlara göre değerlidir. Diyalog ve ikna etmenin yolu saygı ve nezaketten geçer. Hakaret ve küfür ise sadece muhatabın düşmanlık duygularını kabartır; inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/358)

Bu âyetin işaret ettiği olay ne olursa olsun şu hükmü taşımaktadır: Hakka davet basiretle olmalıdır. Gayr-i müslimlerle dini konularda tartışırken onları öfkelendirecek, hakaret etmelerine sebep olacak söz ve davranışlardan kaçınmak gerekir. Allah (cc) İslâma karşı nefret uyandıracak hakaretâmiz sözlerden sakındırıyor.

Onlarla en güzel şekilde mücadele et” (Nahl 16/15) âyeti de bunu emreder. (Ateş, Süleyman. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 3/218)

... Böylece Biz her ümmete kendi yaptıklarını süslü gösterdik (tezyîn ettik)...”

Bunun anlamı şudur: Her ümmete (topluluğa), her kişiye kendi yaptıkları süslü gelir, güzel görünür.

Beşerin ahlâkı ve tutumları hakkında Allah’ın yasası, atalarının alışkanlık haline getirdikleri ve üzerinde yürüdükleri şeyleri güzel bulmaları şeklinde, ya da kendilerinin yaptıklarını süslü bulmaları şeklinde gerçekleşir. Bunu ister taklit ederek, ister bilmeyerek, isterse bir bilgiye dayanarak yapsınlar, fark etmez.

Tezyîn/süslemenin sebebi, onların yaptıkları eylemlerle bağdaşmaları veya atalarından gelen âdetleri benimsemeleridir. Zira böyleleri atalarının övündüğü şeylerle övünürler, kınadıkları şeyleri kendileri için leke kabul ederler.

Buna göre âyet, ilâhi zorlamaya (cebr’e) değil, tercihe dayalı, yapanın hoşuna giden amellere işaret etmektedir. Amellerin topluluklara süslü gösterilmesi, Allah’ın onların eylemleri, adetleri, sonradan edindikleri ve atalarından miras aldıkları ahlak, tutum ve tavır hakkında Allah’ın geçerli kanunudur. (Abduh, M.-Rıza, R. el-Menâr (çev.), 8/311, 313)

Unutmamak gerekir ki bazılarını iyiliğine bşarılı kılan, bazılarını alçaltan çeşitli duygular, karakterler, zevkler, anlayışlar verildi. Bundan sonra ister hayır ister şer olsun, ister iman ister inkâr olsun, ister itaat ister isyan olsun; hepsi yaptıklarını beğenerek, güzel/doğru kabul ederek yaparlar. Üstelik sevip beğenerek yaptıklarını savunmada da pek hevesli ve heyecanlıdırlar.

Ancak doğru ve hayırlı olan sadece zevklerde ve duygusal şeylerde değil, basiretle hareket etmededir. Basireti bırakıp zevk, lezzet, yani nefsin hevasının peşinde gidenler, bir çok kötü olan şeyi bir nevi zorunlu olarak yaparlar. Allah (cc) insana yanlışları da seçme özgürlüğü verdi. O insanları yanlış telakkilerden korumaz.

Ama onlara hayrı da şerri de, iyiyyi de kötüyü de, hakkı da batılı da, cenneti de cehennemi de, faydalıyı da zararlıyı da gösterir. (Ya da insana bunlar arasında isabetli tercih yapabilecek imkan ve kabiliyetleri var eder.) İnsanlar istediklerini kendi lehlerine, doğru buldukları için yaparlar. Velâkin iş bununla kalmaz. Bu işin ötesi var. Her işi eninde sonunda Allah’a döner.

Yarın hesap Gününde Allah insanlarının amellerinin kıymetini kendilerine haber verecek. Burada her işi güzel, süslü, zevkli yapanlara, bunları yapmayı âdet haline getirenlere, bunların süslü mü, çirkin mi, acı mı tatlı mı, güzel mi çirkin mi olduğunu anlarlar. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini ve Kur’an Dili, 3/493)

İnsanların eylemleri öncelikle düşüncelerine dayanır. Düşüncenin oluşumu da Allah’ın insanın içinde ve dışında var ettiği ayasaların işlemesiyle oluşur. İnsan, içinde uyanan isteklerden herhangi birini cazip, güzel, yarayışlı görür ve onu tercih eder İnsan işte bu tercihinde serbesttir, kendisine göre uygun olanı yapar. Düşüncenin oluşumuna kadar her şey Allah’ın yaratma alanı içinde olduğundan, kişinin içinde beliren isteklerden birini beğenmesi, Allah’ın o düşünceyi ona süslü göstermesi şeklinde ifade edilmiştir.

Zira beynin işleme tarzı hep Allah’ın yarattığı yasalara bağlıdır. (Ateş, Süleyman. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 3/219)

Bu âyet sosyolojik bir gerçeğe de işaret etmektedir. Her topluluk, grup, kavim kendi yaptıklarını ve inanç, kültür, değerler olarak neye sahipseler onları iyi, doğru, hatta en üstün zannederler. Zaten hoş görmeseler, süslü bulmasalar yapmazlar.

Âyetteki bu ifade, Allah’ın insanlara inanma ve yaşayışları konusunda irade (seçme hakkı) vermediği şeklinde anlaşılmamalı. İnsanların inanç ve anlayışlarına, ahlâk ve davranışlarına etki eden, yaptıklarını beğenmelerine tesir eden pek çok psikolojik ve sosyal etken vardır. Her şey gibi bunlar da Allah’ın fıtrata yerleştirdiği yasalar çerçevesinde olmaktadır. İnsana düşen aklını kullanarak, evrendeki ve Kur’an’daki âyetler üzerinde düşünerek sevip beğendiği, kendince süslü ve zevkli olan, hoşuna giden inanç ve davranışlarını gözden geçirmesidir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/358)

Bu basiret (besâir) de Rab’den insanlara gelmiştir. Bundan sonra dileyen âyetleri ve onların işaret ettiği hakikatleri görür, anlar, gereğini yapar; dileyen de bunlara karşı kör, taş yürekli olur. Böylece dünyasını da âhiretini de berbat eder. Dünyada da âhirette de kendi behbahtlığını kendi eliyle kazanır. (En’am 6/104-105)

Kur’an bundan sonra Peygamberin şahsında iman edenlere;

Rabbinin sana vahyettiği (bildirdiği) şeylere uy. Çünkü O’ndan başka tanrı yoktur. (Bilgisizce) Allah’a ortak koşanlardan (gittikleri yoldan) yüz çevir” diyor. (En’am 6/106)

?

İman etmeyenlerin amellerinin kendilerine süslü gösterildiğinin söylendiği ikinci âyet:

Şüphesiz biz, âhirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik; o yüzden bocalar dururlar.” (Neml 27/4)

Yani kendi serbest tercihleriyle yaptıkları işleri doğru bulurlar, güzel görürler. Burada Allah’ın onları icbar etmesi (zorlaması) söz konusu değildir.

Allah’ın âhireti inkâr edenlerin eylemlerini süslü göstermesinin” anlamı, onların işledikleri günahları güzel/tatlı görmeleridir. Ya da Allah onların hasenelerini (güzel işlerini) tezyîn etmesi (süslemesidir). Burada Allah onlara dünya ve âhirette hayırlı olanı hatırlatıyor. Lakin onlar bunu kabul etmediler/etmiyorlar.

Zeccâc demiştir ki; Allah onların kâfir olmalarının karşılığını verir. Onların amellerini süslemesi de onların içinde bulunduğu durumdur. (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1256)

Ya da kendilerine hoş, cazip, faydalı, zevkli görünen işler, eylemler, tercihler içerisinde körü körüne yuvarlanıp giderler. İyi yaptıklarının, doğru yolda olduklarının, isabetli hüküm verdiklerinin, ortaya koydukları eylemlerin en doğru olduğunun hayali içindedirler.

Burada her ne kadar tezyîn etme fiili Allah’a nisbet ediliyorsa da, sonuçta kötü ameli işleyen, işlediği amelin güzel, doğru, yerinde olduğunu sanan da insandır. O öylesine bir gaflete düşer ki ölünceye kadar Allah’ın kötü, yanlış, bâtıl, aşırılık, günah diye nitelediği işleri zevkle, severek yapar.

Bu hatalardan asla vazgeçmediği, vazgeçmeyeceği için Allah böylelerine kendileri istemediği için yaptıklarının yanlış olduğunu anlama fırsatı vermez.

Bu da onlara yaptıklarının süslü gösterilmesi demek olabilir. (Allahu a’lem)

Bu süslü gösterme gerçeği; kendisine çocukluğundan itibaren benimsetilen ve yetiştikten sonra sosyal çevresiyle paylaştığı inançları (ve davranışları) tek mümkün ve en doğru görmenin insanın kendi tabiatından doğduğuna işaret etmektedir. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/248)

İnkârcıların yapıp ettiklerinin kendilerine süslü, sevimli gösterilmesi onların inanç ve yaşama biçimin seçme özgürlükleri olmadığı anlamına gelmez. Bilakis, kendi işrade ve serbest seçimleri inkârcılıkta, günaha dalmada, isyanda ısrar ettikleri için Allah (cc) onları yaptıkları ile başbaşa bırakır. Bundan dolayı kalpleri katılaşır, hatta taştan daha katı olur. Bu yüzden hak dini kabul etmeye yanaşmazlar. Kendi seçimlerinin, yaptıklarının, eylemlerinin güzel, doğru, isabetli olduğunu zannederler. Böylece hem dünyada hem âhirette yaptıklarının sonucunu görürler. Bir anlamda eylemlerinin sonucuna katlanırlar. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/358)

Kur’an’da, insanların doğru yolu bulmaları (hidâyet), doğru yoldan sapmaları (dalâlet), iyilik ve kötülük yapmaları, bunlardan birini tercih etmeleri (irade, meşiet), hakikate düşünce ve idraklerşnş kapamaları (mühürleme) sonucunu doğuran fiiller bazı ayetlerde Allah’a nisbet edilir. Allah’ın insanlara böyle yaptığı veya yaptırdığı ifade edilmektedir.

Allah (cc) adalet sahibi ve merhametli olduğuna göre hem kullarına, onların iradeleri olmadan günah işletmesi, doğru yoldan saptırması, kalplerini mühürlemesi, hem de bundan dolayı onları ayıplaması, ceza vermesi düşünülemez. Üstelik pek çok âyette kulların iradelerinden, serbest tercihleriyle yaptıklarından sorumlu olduklarından bahsediliyor.

Kâinat düzenini kuran, hayatı ve yasalarını yaratan Allah’tır. İnsanların serbest iradeleriyle yaptıkları eylemler de dahil her şey O’nun ilmiyle, O’nun verdiği izin ve güçle gerçekleşir. O dilesydi insanlara serbest irade vermezdi. Hayvanlara vermediği gbi.

Bu anlamda hidâyete erdiren, saptıran, hayrı ve şerri, doğruyu ve yanlışı işleten O’dur. Ancak insanın hayatına, onun bilinçle yaptığı davranışlara, ona ait tercihin, seçimin (iradenin) olduğu görülür. Bu açıdan doğru ve yanlış yapan, hidâyeti ve dalâleti seçen, mü’min veya kâfir olan, idrakini karartan kulun kendisidir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 1/22-23)

...o yüzden bocalar dururlar.” Bu Allah'ın kâinattaki yasalarının bir sonucudur. Kişi, yaptıklarının sonuçlarının sadece bu dünya ile sınırlı olduğuna, yaptığı işlerinden dolayı hesaba çekilmeyeceği, eylemlerini hayır ve ya şer olduğu konusunda karar verecek herhangi bir mahkemenin varlığına inanmadığı zaman; bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak hayata karşı maddeci bir görüşünü benimser.

Ya da insan yaptığı işlere uygun karşılık göreceği Hesap Gününe inanmazsa; doğal olarak hayat konusunda bencil bir kanaate sahip olur. Bunun sonucunda hak ile bâtıl, hayır ile şer, ahlâk ile ahlâksızlık arasında fark böylelerine anlamsız gelir. O zaman da zevk ve neşeyi, maddî gelişme ve serveti, güç ve otoriteyi sağlayan herşey ona göre iyi (süslü) olur. Hakikatle bağı kopar. Hakikatten uzaklaşan kimse için bu dünya başarıları ve nimetleri daha önemli hale gelir. Bunları elde etme tutkusu da onu yoldan çıkarır. Bu uğurda harcayacağı her çaba da, elde edeceği şeyler de kendisine süslü görünür. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 4/90)


(Devamı var)

 

e-mail
Yazarın diğer yazılarına Yazarlar bölümünde ulaşabilirsiniz.