Hüseyin Kerim Ece

 

Kur'an'da süsleme tezyin fiili 6 05.03.2019


-Güneş’e secde edenler

Süleyman (as) kuşlardan meydana gelen ordusunu teftiş ederken Hüdhüd’ü göremedi. (Hüdhüd: Süleymanın emrine verilen özel bir kuş.) Eğer geçerli bir mazeret getirmezse onu cezalandıracağını söyledi. Çok geçmeden Hüdhüd geldi ve; “Ben, senin bilmediğin bir şey öğrendim. Sana Sebe’ halkından haber getirdim. Kendisine hükümdarlık verilen ve büyük bir tahtı olan bir melike (kraliçe) ile karşılaştım” dedi.

Arkasından şunu ekledi:

Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını gördüm. Şeytan, onlara yaptıklarını süslü/şirin göstermiş (zeyyene) ve böylece onları yoldan çıkarmış. Bu yüzden de onlar doğru yolu bulamıyorlar.

(Şeytan böyle yapmış ki) göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesinler.

Oysa büyük arşın sahibi olan Allah’tan başka tanrı yoktur.” (Neml 27/24-26. Secde âyeti)

Hüdhüd hz. Süleyman’ın ordusunda bir neferdir. (Zira onun ordusu cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana geliyordu. (Neml 27/17)) Belli ki Süleyman’dan habersiz etrafı dolaşmaya, hz.Süleyman’ın varmadığı yerleri keşfetmeye çıkmıştı ve onun henüz bilmediği bir gerçekle karşılaştı. Bu haberi de hz. Süleyman’ın anladığı bir dil ile ona anlattı.

İlginç olan; bir ülke, başında bir kadın yönetici var. Bu kadın yöneticiye bir çok şey verilmiş, yani saltanatı yerinde, üstelik muhteşem, gösterişli büyük bir tahtı da var. Ama ne yazık ki bu kraliçe ve yönettiği ülke âlemlerin Rabbi Allah’ı bırakıp, Güneşe secde ediyorlar, yani tapıyorlar.

Hüdhüd sözüne devamla diyor ki; “Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş, üzerinde oldukları yolun doğru olduğuna onları inandırmış, böylece onları doğru yoldan saptırmış. Bu nedenle de hidâyeti bulamıyorlar.”

Öyledir, Şeytanın vesveselerine, davetine, telkinlerine kanıp, yalancı tanrılara tapanlar, İslâmın günah/haram dediği şeyleri yapanlar, Allah’tan başkasından yardım isteyenler doğru yolu, hidâyeti bulamazlar.

Bu âyet bu yanlışlığı “şeytanın onlara yaptıklarını süslü, cazibeli, şirin göstermesi” şeklinde ifade ediyor.

Şeytan ilk insandan beri kendi dostlarının, yandaşlarının, peşine takılanların tuttukları yolu, yaptıkları işleri, kafalarındaki fikirleri, vardıkları yanlış ve bâtıl hükümleri onlara süslü, şirin, doğru, isabetli, en iyisi diye göstermeye devam ediyor.

Sebe’ halkının Güneş’e secde etmesi, ya da Güneş’ten kaynakladığını zannettikleri bir inanca sahip olmaları da öyle.

Şeytan onlara Güneş’e secde etmenin en isabetli kulluk, en doğru yol olduğunu telkin etmiş, yani o şekilde vesvese vermiş, onlar da bunu kabul etmişlerdi.

Hz. Süleymanın Sebe melikesinin saltanat ve muhteşem ve farklı tahtıyla ilgilenmediğini, ancak “Güneşe tapmaları” haberiyle ilgilendiğini anlıyoruz.

Zira Sebe’ kraliçesinin ve kavminin Güneşe tapmakta oldukları Hz. Süleyman için en önemli bir konuydu. Allah’ın kullarından bir grup O’nun nimetlerini yedikleri halde Allah’tan başkasını tanrı edinmişlerdi. İnsanlara Tevhid dinini anlatmak ve onlara hidâyeti göstermek üzere gelen bir peygamberin, böyle ciddi bir konu dururken, ülkenin zenginliği ile, kraliçenin alımlı tahtı ile ilgilenmesi mümkün değildi.

Sebe’ halkı başlarındaki kraliçe ile birlikte Güneş’e secde (ibadet) ediyorlardı. Çünkü şeytan onları çepeçevre kuşatmış, yaptıklarını kendilerine süslü göstermiştir. Onlara göre Güneşin tanrı haline getirilmesinde herhangi bir yanlışlık yoktu. Çünkü şeytan onlara bunun doğru olduğunu telkin etmiştir.

Şeytan onları öylesine sapıklıkta bırakmıştı ki, yaptıklarını kendilerine öylesine allayıp pullamıştı ki bundan dolayı düşünüp, akledip de gerçek hidâyeti bulamıyorlar, sadece âlemlerın Rabbi Allah’a secde etmeleri gerektiğini anlamıyorlardı.

O Allah ki, yerde ve göklerde gizli ve açık olanı, rızık kaynağı olan şeyleri, toprağın ve yağmurun neler bitireceğini, insanların gizlediklerini de açığa vurduklarını bilir.

O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur. Güneş te Allah’ın bir yaratığıdır, nasıl ilâh olabilir ki? Allah’ın kürsüsü, O’nun varlığı ve hakimiyeti çok büyüktür, çok azametlidir.

Böyle olmasına rağmen, Sebe’ halkı şeytanın aldatmasıyla büyük bir yanlışlığın içine düşmüş ve doğru yoldan sapmıştı.

Şimdi burada ilginç bir Hüdhüd kuşu ile karşı karşıyayız. Bu kuş sıradan bir çavuş kuşu değil. Onun hem anlayışı var, hem de imanı var. Haberleri aktarırken de iyi bir ifade gücüne sahip. Gördüğü durumu net bir şekilde izleyebilecek ve anlatabilecek kabiliyette.

Bir kadının kraliçe, çevresindeki insanların da onun devlet adamları olduğunu anladı. Sonra onların Güneşe secde ettiklerini gördü ve bunu şeytanın aldatmasıyla bir sapıklık olduğunu bildi. Secdenin yalnızca büyük arşın (bütün varlıkların) sahibi Allah’a yapılması gerektiğini de ortaya koydu. (Kutub, S. fi-Zilâli’l-Kur’an, 5/2639)

Hz. Süleyman böyle bir şeyi daha önceden duymamıştı. Bunu yalnızca hüdhüd görmüş ve şimdi ona haber veriyordu. Hüdhüd her ne kadar getirdiği haber için “çok doğru ve önemli haber getirdim” dese de haber tek kişilik kanalla geldiği için, onunla hüküm verilemezdi. Araştırma yaparak haberin doğru olup olmadığını anlaması gerekiyordu. Eğer haber doğruysa ona göre hareket edebilirdi. Böylece hüdhüd de izinsiz kayboluşuna açık bir delil getirmiş olacak, hem de bilmeden kimseye haksızlık yapılmayacaktı. (Ece, Hüseyin K. Hz. Süleyman, s: 155)

Bundan sonra da Hüdhüd’ün doğru söyleyip söylemediğini anlamak için de melikeye bir mektup yazıp gönderdi. (Neml 27/27-31)

Bu âyetin Kur’an’daki secde âyetlerinden biri olduğunu hatırlayalım. Bu âyeti okuyan veya duyan müslüman tilâvet secdesi yapmalıdır. Bunun anlamı “ben Sebe’ halkı gibi Güneş’e değil, âlemlerin Rabbi Allah’a secde ederim, başka bir varlığa değil, Allah’a kulluk ederim. Ben Allah’tan başkasının önünde (secde ve rukû’) gibi eğilmeyi reddederim” demektir.

(Bu âyet aynı zamanda hz. Süleyman’ın o saltanatına ve kendisine ilim ve hikmet verilmesine rağmen bazı şeyleri bilemeyeceğine, ilim adamlarının veya hiç kimsenin bilgisiyle şımarmaması gerektiğine işaret ediyor.)

Unutmamak gerekir ki Şeytan/İblis, insanların yaptıklarını süslemeye, allayıp pullamaya, şirin ve sevimli göstermeye, dostlarını gururlandırmaya, aldatmaya, boş övünmelerle oyalandırmaya, yani vesvese vermeye devam ediyor. Zira o zamanında kıyâmete kadar Allah’ın kullarını kandırma iznini almıştı.


?


Allah (cc) insanlara şöyle soruyor: “Allah’ın azabı gelse, bir takım sıkıntılara, bela ve musibetlere uğrasanız, ya da zor bir ölümla karşılaşsanız, ya da kıyâmetin dehşetini görseniz; kime dua edersiniz, kime yalvarırsınız? Ya da ne yapacaksınız?” Şirk koşanlar (birden fazla tanrıya tapanlar) Vahiy karşısında inatçı ve câhil oldukları için bu sorulara doğru dürüst cevap veremezler. O yüzden Allah (cc) sorunun cevabını yine kendisi veriyor: “Böyle bir durumda elbette sadece Allah’a yalvarır, O’ndan yardım istersiniz.”

Bu, Allah’tan başka tenrı edinenlere; “madem ki gerçek böyledir, neden normal hayatınızda Allah’a değil de uydurma tanrılara kulluk ediyorsunuz?” demektir.

İnsanlar bir darlıkla, zorlukla, bir musibetle veya hastalıkla karşılaştıkları zaman mevcut imkanları, bilgi ve tecrübleri kullanarak onların üstesinden gelmeye çalışırlar, ki bu normal bir şeydir.

Ama öyle zorluklar, öyle musibetler, öyle olaylar olur ki, insanın bilgisi, tecrübesi, eldeki imkanları onların üstesinden gelmeye yetmez. Allah’ın dışında tapındıkları tanrıları/putları, taparcasına itaat ettikleri efendileri, malları ve makamları onları bu zorluktan kurtarmaya kifâyet etmez. Böyle durumlarda insan bu gibi şeyleri unutur, vicdanına yerleştirilmiş olan fıtrî bir eğilimle Allah’a yönelir, Yüce bir Kudretin olduğunu anlar ve O’ndan yardım ve kurtuluş ister, ya da O’na sığınır.

Kur’an ilginç bir örnek veriyor:

Gemiye bindikleri zaman dini Allah’a has kılarak O’na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkardığı zaman ise bir de bakarsın ki, Allah’a ortak koşuyorlar.” (Ankebût 29/65)

Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah'a has kılarak (ihlâsla) O'na yalvarırlar. Allah onları karaya çıkararak kurtardığı vakit içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. (Zaten) bizim âyetlerimizi, ancak nankör hâinler bilerek inkâr eder.” (Lukman 31/32)

Denizde size bir sıkıntı dokunduğunda bütün taptıklarınız (sizi yüzüstü bırakıp) kaybolur, yalnız Allah kalır. Fakat sizi kurtarıp karaya çıkarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür.” (İsrâ 17/69)

Deryada, hele de fırtınalı bir denizde, gemide olanlara tapındıkları tanrılar asla yardım edemezler. O zaman karada iken inkâr ettikler veya ortak koştukları âlemlerin Rabbine teslim olarak, dua ederler “o, tanrı! Bizi kurtar” diye. Ama ne zaman ki sağ sâlim karaya çıkarlar, bir kısmı Allah’a yalvardığını yine unutur, eski haline döner, şirk koşmaya, başka tanrılara ibadet etmeye yönelir.

Ama bu gibi karşı konulamaz, başedilemez, insanüstü zorluklarda insanın fıtratı, bir anlamda vicdanı başka bir şey söyler.

Bu demektir ki insanlardan bir kısmının Allah’ın dışında bir şeyleri tanrı edinmeleri, bazı kişilere tanrısal özellikler vermeleri, kendi kafalarından uydurdukları şeylere ilâh diye inanıp ibadet etmeleri insanın temiz fıtratına yakırıdır. İnsanın fıtratı tabii olarak, -kişinin dili ve yüreği itiraf etmese de- bunu ifade eder. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/320)

Kur’an bu gerçeği haber verdikten sonra şöyle devam ediyor:

Andolsun ki senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından, belki yalvarıp yakarırlar diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık.

Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tövbe etselerdi ya.. Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti (zeyyene)” (En’am 6/43)

Kur’an’dan önce yaşayan topluluklara peygamberler gönderilmiştir. Ama onların bir kısmı kendilerine gelen Allah’ın elçisini inkâr ettiler. Bunun üzerine Allah (cc) akıllarına başlarına alsınlar, iman etsinler diye; onlara geçim sıkıntısı, hastalık, bazı darlıklar vb. vermişti.

Bir musibet bin nasihattan evladır” demiş atalar.

Ancak bazıları belânın, musibetin, ölümün, öncekilerin başına gelenlerin dilinden de anlamadılar, anlamıyorlar. Halbuki her musibetin, her hastalığın, her ölümün, ya da her felaketin bir sözü, bir mesajı vardır. Basiretle bakanlar, aklını kullananlar, bunları anlar. Anladıktan sonra bunlardan ibret alır, ders çıkarır. Öncekilerin düştüğü hataya düşmemeye çalışır.

Ama heyhat ki insanların çoğu bu gibi şeylere aldırmıyorlar. Bildiklerini okumaya devam ediyorlar.

Demek ki Kur’an’da cezalandırıldığı söylenen önceki kavimler de böyle imiş. Ne uyarılara kulak asmışler, ne öncekilerin başlarına gelenlerden ibret almışlar, ne de kendilerine vadedilen ödüllere heveslenmişler.

Allah (cc) bir önceki âyetlerde gafil, vurdumduymaz, keyfinden başka gerçek tanımaz kişileri ölüm, kıyâmet, azap ve musibetlerle uyarıyor. Arkasından da geçmişe dönüp bakılmasını söylüyor.

Yani ey gafil insanlar, ey görevini ihmal edenler, ey uydurma tanrı edinenler! Öncekilerden bir kısmı vahyin ve elçilerin uyarılarına kulak asmadılar. Başlarına gelen musibetlerin, belâların, azabın, ağır hastalıkların sebebini anlamadılar. Dolaysıyla hata yapmaya devam ettiler.

Siz böyle yapmayın.

Bunlar hiç olmazsa Allah’ın azabı başlarına geldiği zaman Allah’a dönerek tevbe etselerdi ya, hata yaptıklarını, uydurma ilahlara taptıklarını, Allah’a kulluk yapmaları gerektiğini anlasalardı ya...

Ama nerde, bunu yapmadılar. Kalpleri tevbeye, hidâyete, hakikate karşı katılaştı.

Uyanma, kendine gelme kabiliyetlerini kaybettiler. Belki de fakirliğe, zarurete, zillete, miskinliğe alıştılar. Şeytan da yapıp durdukları hataları onlar için allayıp pulladı, süsledi, tezyîn etti, nefislerine hoş, tatlı ve şirin gösterdi. Onlar yaptıkları şeyleri şer, suç, fena, şeytanî diye değil; iyi, hayırlı, ideal, en zevkli diye yapmaya devam ettiler. Bundan sonra onların yüreklerini kasvet bürüdü. Tevbeye ve dönüşe ihtimal azaldı. Vicdanları köreldi, akılları çalışamaz oldu.

Sonuçta terbiye olmaları için uğratıldıkları musibetler de kâr etmedi.

Bu kimselerin musibet gibi görünen bu fırsatlardan yararlanarak Allah’a dua ve ibadet bulunmaları gerekirdi. Çünkü az çok basîreti olan, olaylardan ibret almaya yatkınlığı bulunan, bunun bir uyarı olduğunu farkedebilir. Nitekim biraz önce geçen âyetlerde insanların genellikle, hiç olmazsa zor durumda kaldıklarında, Allah’ın dinini tanıyarak ihlâsla O’na yalvardıkları haber veriliyor.” (bkz: İsrâ 17/67. Ankebût 29/65. Lokmân 31/32).

Bu âyetlerin ilâhi davete karşı inatla direnen, hatta bu davetin önüne ksemeye çalışan müşriklere üzülen Peygamber’i teselli ettiğini söyleyebiliriz. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/321)

 

e-mail
Yazarın diğer yazılarına Yazarlar bölümünde ulaşabilirsiniz.